RECEP VEDAT IRGAT

Edebiyatımıza, sinemamıza baktığımızda “Ben seni sevmeyi seviyorum,” ya da “Ben sana aşık olan kendimi seviyorum,”ların çokça işlenmiş olduğunu görürüz. Bu romanda da karakterimiz böylesi derin bir ‘tutkunun’ kırılma anında ele alınıyor. Kitaptaki deyimiyle ‘çıt’ anı. Kitap boyu konuşan kapıların, kapanırken çıkardığı çıt.

Karakterimiz film montajcısı ve yazmaya karar veriyor. Kahramanı, her sabah evden çıkan, sokaklarda avaramudiye başıboş gezdikten sonra sevdiğine dönüp yaşadıklarını bir kağıda iliştiren, kadını sevip kendini sarmalatan ve sabah oldu mu yeniden tüyen biri. Bilhassa kendisi de öyle. Toplumu izleyen, belirli çıkarımlar yapan ve bazen de ikircikli haliyle “Ya da bana öyle geliyordu,” diyerek bu sefer başka tellere takılan bir uçurtma. Benim de kalemim bir tele takılıyor ve yükseldiğimiz yerden birazcık toplumu izlemek istiyorum…

Her ne kadar ‘eril’ bir toplumsak da, kadınlara ve erkeklere eşit davranılıp, iki tarafa da tam anlamıyla verilmeyen şey, birey olmak. Ailede “Evlenince…” ya da “İlerde eşin…” diye başlayan cümlelerin uzun muhakeme süreçlerinden geçtikten sonra arkadaş arasında “…evet böyle bir kadın olmalı insanın hayatında,” diye son bulduğu paragrafların erilliği bizimkisi. Böyle olunca da kişi ilk küçük sancısını, sevilenin o güzelim varlığıyla sevginin tüzel kişiliğini ayırmaya çalışırken yaşıyor. Kendi varlığının inşasını bir başkası üzerinden gerçekleştirebileceğinin yanılgısında.

Fakat nedense bir’i yarım sayar ve iki yaparak tamamlamaya çalışırlar. İki lanet bir sayıdır, kendine yetmez, hep üçe koşar ve sonra sil baştan.”

Sahne arkasındaki üçüncü şahısların varlığı sezdirilir, karakterimiz geyik bakışlarıyla olanları izler, hayır düşünürken; biz de Müzeyyen’in artık içinde başkası olan ve bir başkası gibi bakan gözlerine dalıyoruz. Ne gördük? Evet güçlü bir kadın. İçinde özgür bir ruh yaşatan, cümleleriyle karaktere, “Bu kadın beni ikiye katlar, suya götürür, suyu batırır, kuru çıkarır, susuz getirirdi,” dedirten bir kadın. Karakter tarafından idealize ediliyor, adeta bir heykel gibi görülüp onun gereksinimleri unutuluyor ve “tutku” kelimesine sığınılıyor. Hayatın içinde ve sevdiğinin gerçek manada yanında olan bir adam değil karakter. “Beni yoğururdu” “Sarıp sarmalardı” “Koynuna alırdı,” gibi deyişlerinden anlıyoruz ki irade de, özveri de tek taraflı. Bu tek taraflı emek de bitince ayna karşısında evin uzayıp giden bomboş koridorunda yapayalnız görüyoruz karakteri.

Bitiyor da, neden böylesine iradeli bir kadın, yine başka bir erkeğin aşkında kayboluyor, neden şimdiye kadar sorunlar konuşulmuyor, bu “çıt” anına kadar neden bekleniyor da böyle bitiyor diye sormak istiyorum yazara. Hemen yan odamdan çıkıp “Baksana koçum etrafına,” diyor İlhami Abi. Ve bizi şarkılardan, türkülerden, filmlerin grenlerinden geçirip İstanbul sokaklarında epeyce gezdirdikten sonra hikayeyi bitiriyor.

Karakterimiz “derin bir tutku”nun mayhoşluğundan sıyrılmış, gerçeklerle yüzleşiyor, kapı dile geliyor ve o çıt, bambaşka bir ses çıkarıyor:

-bitse ne olur?

bitmese ne?-”


 


 

İlhami Algör - Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku’ için bir değerlendirme.