Son Yaz
Yaz sonuna doğru bir akşamüstüydü, baygın çiçek kokularına karışmış sıcak asfaltın kokusu geliyordu caddelerden. Çökecek geceyi ve eve gitme vaktini yürek buruntusuyla beklerken bir yandan sokakta oynamaya devam edilen akşamüstlerinden biriydi. Anne işten geldi. Sabah çıktığı gibi gelmedi. Sabah çıkarken duaları ve tembihleriyle yollandığı memur saatlerden soluk ve direnişçi bir neşeyle geri geldi. Anne gelir gelmez annesinin dizlerinin dibine oturdu. “Nasılsın annem, iyi misin annem, ben geldim annem, annem, öğlen yemek, tuvalet, oh oh oh, maşallah, ağzında ne var annem, ama bak elinde ama hala elma mı duruyor, a ver bana, al şunu annem.” Annenin annesi kendini bildi bileli yazma bağlardı başına, yazması düzgün durmazsa işi rast gitmezdi. “Yazmanı düzeltelim, sen rahat edemezsin, sen nasıl durdun, durmazdın, düzeltirdin hemen hanım sultan.” Annesi öğlen yemişti ama az su içmişti, bir kere de idrarını yapmıştı ortasındaki deliğe plastik leğen geçirilmiş sandalyesine. “Midi, midi, midi, midi, midi, midi.” “Belin mi ağrıdı annem, uzanmak ister misin, gel sen dinlen biraz, ben mutfağa gideyim, sana...” Anneannenin gözaltından burnuna doğru iyice soluk tonlarda, sanki dura dura üstü toz kaplamışçasına sarımsı, yeşilimsi, morumsu bir tül örtülüydü. Bakıcı kadın yatırırken iki eliyle kavrayıp iki koluyla desteklemesine rağmen ellerinden kaymıştı. Anneanne çok korkmuştu düşünce, gözlerinin kahverengisi bile korkmuş, siyahı kızmış, beyazı küsmüştü o gün. Yine de bu zamanda bir insana bakacak başka bir insan bulmak parayla bile çok zordu. Bakıcı kadının da ihtiyacı olmasa bu yaşta bu kiloyla mümkün müydü, ayakta da çok durmaması lazımdı, öyle demişti doktor bey, mahalle hocası sevaptır demişti yoksa bu yaşta ne mümkün. Torunlarına zor bakıyordu, torunlarını da getirse olur muydu gelirken. Zaten ev işi de yoktu, oturur televizyon bakarlardı beraber, tabi ekmek parası içindi hep, çocuk küçük, çalışmak lazım, çok sağ olun kabul ettiğiniz için, biz de sağ olalım, hiç merak etmeyelim, Allah’a emanet olalım. Oluruz.
Anne ambulans sedyesinin kirli çarşafını, komşuları, merdivenleri ve annesinin başından düşmüş, düğümüyle ortasından artık kesile kesile küçücük kalmış saç örgüsüne tutunmuş, buruşukluğundan işlemeleri parçalanmış gibi duran yazmayı hatırlamıştı. Annesinin yazmasını çözdü, işlemeleri görünecek şekilde yeniden bağladı, küçücük örgüsüne toka taktı, uzak yoldan gelmiş gibi sarıldı annesine, öptü yanaklarından, sırtını sıvazlarken eli pijamanın nemli etek ucuna değdi. “Su mu döküldü annem, çay mı, çay mı çekti canın?” dudakları içine doğru sımsıkı, gözleri de nemliydi anneannenin ya da balkondan giren akşam güneşi parlatıyordu gözlerini. “Neden seslenmedin annem, duymadılar mı, sevmediysen gelmesin kadın”.
“Fırla hadi, pijama, fanila, don, bir de çorap getir.” Önce annesinin beline kadar ıslanmış pazen pijama üstünü çıkardı, beyaz pamuklu, fitilli fanilasıyla kalıverince iyice çocuklaştı anneanne. Ağı, iç bacakları hep ıslanmış pijama altını da gönülsüzce çıkarttırdı. Sıra iç dona gelince anneanne sağlam sol eliyle demir gibi yapıştı donuna, “Gedi gedi gedi gedi gedi gedi” diyordu. “Hasta olursun annem, böyle oturulmaz, değiştirelim tertemiz otur, kızım giriver koluna, hadi annem, ha bir gayret”, anne sol koluna girdi, ben sağa, tutmayan koluna girdim ama kaldıramadık, düştük koltuğa geri üçümüz, tutmayan kolu düştü yerine bizle beraber. “Gedi gedi gedi gedi gedi gedi gedi”. “Canın mı acıdı annem, acıttım mı, hadi tut elimden, bir daha deneyelim”. Gücünü vermiyordu anneanne, ayağa kalkmak istemiyordu. Üç sene olmuştu gündüzleri bez bağlatmamıştı, bir tek geceleri kızı yetişkinler için market diplerinde satılanlardan bağlar, sabah da çıkarır, temizler, kahvaltısını ettirir, suyunu içirir ve bakıcı kadını beklerdi. Kadınlar geç gelirdi, anne de işe geç kalırdı “Gedi gedi gedi gedi gedi gedi”, sol kulağı işitmiyor muydu, ya da az mı işitiyordu, sıkılmış mıydı, küsmüş müydü, kızmış mıydı, kime kızmıştı, ağrısı mı vardı, susamış mıydı yoksa tuvaleti mi gelmişti gene. Anlıyor muydu söylenenleri, bazen mimik yapıyordu ama el işaretlerini hiç kullanmıyordu. Anneanne derinden bir iç çekti, kızı da bu fırsat tek başına kaldırmak için yüklendi tüm vücuduyla annesinin bedenini. “Yüklen bana, hadi annem, asılsana annem, asıl, böyle oturulmaz, oturağa oturalım, hadisene, asılsana, asıl artık, kızım yüklensene sen de, ne konu komşusu,
çağırma kimseyi, anne tutsana sen de, anne tut dedim, kime diyorum, duymuyor musun, anne, anne, anne, anne, ANNE!” Bağırdı.
Düştü annesiyle beraber divana. Sesinin yüksekliğinden ürkmüş gibi ağzını kapadı. Bir anlık sessizlikte balkona eğilen genç söğüdün yapraklarının hışırtısını duydum, sonra kulakları yırtan patlak bir motor, arka fonda sürekli bir yere yetişen arabaların uğultuları ve annenin tiz sesi tekrar. Baba anneyi uzak bir kasabaya götürmüştü evlendiklerinde, babanın anne baba ve kardeşleri yaşıyordu bu kasabada, annenin annesi ise uzak bir başka kasabada yaşıyordu. Gelir gelmez de bir kız çocukları olmuştu. Baba istememişti çocuğu, duyar duymaz kaçmak istemişti, anne ise istemişti bir çocuk, çünkü kadınların onmak bilmez hayata dair umudu ve gücü vardı onda da. Bir çocuğun sevgisi diğer sevgisizlikleri örtebilirdi. Ancak kadınların yüzü suyu hürmetine dönen dünya babanın anneyi ve kızlarını anneannenin evine bırakıp kendi anne baba ve kardeşlerinin evine dönmesiyle durmuştu bir süreliğine. Baba onlara ailem diyordu, anne ve kızı başka ve yabancıydı. Anne Ailenin kimden ve neden oluştuğuna dair çok düşünmüştü o zamanlarda. Annenin babası yoktu, dedesi, abisi, dayısı da yoktu. Çocuğu bile erkek değildi. Annesi ve kızıyla hayatta çırılçıplak hissettiğinde kasabalarda kadınların erkeklerin bacakları arasından hayata baktığını ve erkeklerin bacakları arasına saklanmayan diğer tüm kadınlara istediklerini söylediklerini ve yapabildiklerini görecekti. Sütü kesilecekti. Süt almak için iş arayacaktı. Dünya bu sefer kızının hatırına dönmeye devam edecekti. Küçük kız çocukları da büyüdüğünde Baba diye sayıklamaktan başka bir işe yaramalıydı, küçük kız da büyüyünce öğrenecekti bunu.
Anneanne bırakmıyordu iç donunu, don adamın yarısı, gömlek adamın derisi derdi, kat kat giyinirdi hep çocukluğundan beri. Sutyenin içine memesinin altına koyardı parasını da. Hep ve hiçlerin artık bir anlamı yoktu. Anne olduğu yere çöktü, boş boş baktı halıya “Midi midi midi midi midi midi midi", balkona eğilen çam ağacının dalından bir kuş havalandı, ne yaprakların hışırtısı, ne de kanat sesi duyuldu, anne tekrar ayağa kalktı ve anneannenin iç donunu kesmeye başladı. “Midi midi midi midi midi!”, anneanne ağlıyordu, ileniyordu, üzülüyordu, kızıyordu. Annenin elinde makas ağırlaşmıştı, burnu kızarmıştı, iyice eğdi yüzünü bu sefer, kuşlar gibi soktu koynuna, başladı daha hızlı. Makasın açılıp kapanırken çıkan metal sesine güvenip arada bir burnunu çekti. Gülerek Çarşamba Pazarındaki yaymacı penyeciye gideceğini ve en yenilerinden alacağını söyledi annesine.
Yarı açık balkon kapısından görebildiğim kadarıyla dışarı baktım, hissetmek istemiyordum hiçbir şey. Hayatta istediklerimi yapabileceğimi zannettiğim bir yaştaydım, istemediklerimi de hatırlamayacağımı zannettiğim bir yaşta. Buna inanmam için her şey hazırdı; sıcaktı, esmiyordu, ne ağaçlar, ne yapraklar, ne de kediler kıpırdamıyordu, balkondan gelen egzoz kokusuna yemek kokuları karışıyordu, güneş gitmişti, çocuklar oynarken çılgınca bağırıyorlardı apartmanın önünde. Çocuklar neden mutlu diye düşündüm, neden bağırıyorlar mutluluktan. Çünkü hissettiklerini ve düşündüklerini kelimelere dökme zorunlulukları yeni başlıyor ve kelimeler olmadığında tüm duygu ve düşünceler onlara aitmiş gibi oluyor. İstedikleri gibi düşünüp hissetmekte hala biraz özgürlükleri var. Bense ne zaman kelimelere döksem içimden bir kırıntı, artık bana ait değilmiş gibi hissediyorum, biraz daha eksik, biraz daha tek başına.